LÂL
LÂL
Paslanmış rayların gıcırtılı seslere neden olduğu bir trendeyim. Hala bacası tütenlerinden. Geçtiği bütün yollarda boz topraklar, kurumaya yüz tutmuş otlarla kaplı doğayı gören. Olan bütün yeşillikler ufukta kara bir leke gibi göze çarpıyor ancak. Oralara yakın bir köy istasyonu varsa da ekspres sefer denk geliyor bana. Yanında çomarı ile koyun sürülerinin peşindeki çocukla el sallaşsak, seyahate bir tebessümle devam etsem mesela. Yok. Olmuyor. Geçtiğimiz şehirlerde bacasından zehir saçan dev fabrikalar, insansız sokaklar, beton yığını apartmanlar. Adına yaşam alanı denilen cisimler coğrafyası adeta.
Sonsuz gibi görünen bu yolculuk, o heybetli dağların göbeğinden geçen uzun tünellerin ardında bir sahil kasabasına ulaşılacağını çağrıştırıyor. Beynimde, trenin içindeki loş ışıklarla aydınlanan tünel duvarlarından yansıyan, son ayar açıp müzik dinlediğim kulaklığımı da delip geçen demirler çarpışmasının akisleri. Yoğunbakım hastasının takılı olduğu o cihazın hayatın devamını vurgulayan tik takları ile hayatın sonuna dair dıııııııııı....tttt sesinin biraradalığı gibi. Ömrümün en uzun karanlığını yaşıyorum. Tünel duvarlarının yakınlığı, elli kilometre hızla giderken bile yüz kilometre gibi hissettiriyor oysa.
Gözlerimi kapatıp aydınlığı davet ediyorum.
Bu kadar da demedim. Çölün ortasındayım. Düşlerimde bile gidemediğim sahil kasabasına mı ulaşacaktık?
Ses gelmiyor.
Ayağa kalkıp trenin vagonları arasındaki boşluğa yöneliyorum. Koluna asıldığım kapı gülle gibi ağır. İnatla çıkıyorum boşluğa, bir sonraki kapının penceresinden uçsuz koridor derinliğini görüyorum. Sonuna kadar bir hışım koşarak makiniste ulaşasım var. Hiç yoktan bu kapkaranlığın ne vakit sona ereceğini, nereye varacağını, bir yere varıp varamayacağını bilmek istiyorum.
Neyse ki koridorlar umduğumdan geniş. Koşarken sağlı sollu koltuklardaki insanlara çarpmaktan endişe ediyorum. Olan bütün yolcular cam kenarında. Hiçbirinin umurunda bile değilim. Altı şiddetinde bir depremin sarsıntılarından kaçarkenki baş dönmeleri eşliğinde makinistin kapısına ulaşıyorum. Oraya girmeme mani olacak birisini bekliyorum. Tek maninin ben olduğumu anladığımda çoktan içerideyim.
Bitmek bilmeyen tünelin aydınlık noktasını görüyorum ilk olarak. Işığın yol aldıkça büyümesini beklerken, olduğu kadarıyla duruyor. Adeta ilerlemiyoruz şimdi de. Tıpkı makinist gibi. Ne içeri girdiğimi farkeden bir tepkisi, ne bir serzeniş. Kara gözlüğünde iki beyaz ışık yansıması, elleri dümene yapışık, oklava yutmuş haliyle sadece uzağa bakıyor. Başından beri, rayların bizi götürdüğü yere gittiğimizi biliyordum ancak artık durmamız gereken yerde durabilecek miyiz onu düşünmekteyim? Hadi bu deliğin bir çıkar noktası var, ya çarptığımız yerden çıkamayacak kadar güçlü bir demir yığınında değilsek?
Aydınlığa kavuştuğumuz anda ruhumu saran rahatlama duygusu, solda kayalarla kaplı dik duvarların olduğunu görünceye kadar sürüyor. Sağ tarafımızın mavi derinliğe kavuşan inanılmaz dik bir uçurum olduğunu farkediyorum. Nefesim kesilmek üzere. Bir ip cambazının devrilmeme çabasıyla yürümesi gibi bir ilerleyiş bizimkisi. Makinistin istifini hiç bozmaması normal şartlar altında kaygılarımı giderecek bir durum olsa da adamın mütemadiyen böyle olması duygularımda bir değişiklik yaratmıyor. Makinist dairesi dar gelmeye başlıyor. Denizin son çizgisi üzerinde batmak üzere olan kızıl güneşe odaklanıyorum. Gökyüzü ile birleşen renk cümbüşünün büyüleyici atmosferine kapılmışken karşımızdan gelip geçmekte olan trenin siren sesiyle irkiliyorum.
Vagonuma dönerken insanların usul yavaş hırkalarını, ceketlerini giymeye başladıklarını, bavullarını başlarının üzerindeki yerden almaya çalıştıklarını görüyorum. Pencerelerden dışarıya bir daha baktığımda hala bir gar emaresine rastlamadığımdan, yolcuların hareketlenmelerine anlam veremiyorum. Koltuğuma yerleştiğimde tren yavaşlamaya başlıyor.
Duruyoruz. Bütün yolcular inmeye başlıyor. Bulunduğum taraftan karşıdaki koltuklara yanaşıp o cepheden bakıyorum çevreye. Hala bir yaşam emaresi yok. Telaşımdan vücudumun sıcaklığı artıyor. Derimin bütün gözeneklerine içeriden iğneler batırılmışcasına vücudumu saran ince sızılar eşliğinde terlemeye başlıyorum. Bir an önce neler olup bittiğini sormak için kalabalığa dalıyorum. Herkes sus pus. Mimiksiz suratlarından neden indiklerine dair en ufak tüyo alamıyorum. Hiç olmazsa bir yolcuyu karşılayan vardır belki, indiğinde kavuştuğuna sarılan diye bakınıyorum. Herkes aynı istikamette ellerinde bavulları ile asker gibi yürümekte. Herkesin gördüğü ancak benim göremediğim birşey olsa gerek.
O son yolcu inene kadar, bir elimde bavulum bir elimde terlerimi sildiğim mendilimle bakakalıyorum. Ne yapacağıma karar vermek için kendime ayırdığım zaman böylece doluyor. Hala yolculuğun sürebileceği umudunu taşıyorum. Trenin içinde telaşlı adımlarla bir yolcu, bir kondüktör aramaya başlıyorum. Kabanımın içinden yayılan ısı dalgalanmaları suratıma vurmaya, bavulum gittikçe ağırlaşmaya başlıyor. Soluk alışverişim hızlanıyor, boğazım yanmaya başlıyor, öksürdükçe var olan enerjim de tükeniyor. Giderek bitkinleşiyorum. Bir koltuğa oturmak için geri geri gitmeye çalışıyorum. Sendeliyorum. Sırtımı vagon sonundaki duvara dayadığımda durabiliyorum. Bavulum elimden düşüyor. Kollarım iki yanımda dermansız salınıyor.
Ağır ağır olduğum yere çöküyorum. İki ayağım birbirine paralel olarak zemine tam basıyor, dizlerim zemine göre ters "v" vaziyetinde, kollarımı dizlerimin arasında köprü olacak biçimde birleştiriyorum. Kafamı kollarımın üstüne yüzükoyun bırakıyorum. Kollarımla kafamın ağırlığı arasında kalan gözlerimde, baskı hissediyorum. Görmeye başladığım kapkaranlığın ortasındaki kıpkırmızılık, gittikçe derinleşerek lâl olup akıyor. O derinlikte kaybolmadan kafamı ağırca kaldırıyorum.
Bir topaç zemine daireler çizerek dönerken yanıbaşında ayakta topacına bakan çocuğu görüyorum. Gözlerimdeki baskının yarattığı derinlikle belirginleşen lâl akışkanlığının topacın dönüşlerine geçişini hissediyorum. Bu derinliğin yarattığı bulanıklığın dağılmasını istiyor, yumruk yaptığım elimle gözlerimi ovuşturduktan sonra bakışlarımı çocukta yoğunlaştırıyorum. Gözümdeki sis dağıldıkça seçmeye başlıyorum. Açık kahverengi saçlı, hafif tombul ve al yanaklı, kadife bahçıvan pantalonunun paçalarını çizmelerinin içine sokuşturmuş bu çocuk, elinde oyuncağının ipi, gülümseyen yüzüyle öylece bana bakmakta. Oyunundan duyduğu heyecan ve mutluluğu paylaşarak "ayağa kalk" der gibi.
Merhaba.
Tam ayağa kalkmaya yeltenmişken çocuğun annesi olduğunu düşündüğüm kadın gelip oğlunun göz hizasına kadar eğilerek ona gülen gözleriyle birşeyler anlatıyor, birlikte ilerleyip üç adım ötedeki koltuklarına yerleşiyorlar. Ayaklanırken cebimden çıkardığım biletimden koltuk numarama tekrar bakıyorum. Çocukla annesinin oturduğu sıranın tam arkasındaki cam kenarı yerime yerleşiyorum. Sanki beni dinlediklerini düşünerek haykırırcasına içimden geçenleri sıralamaya başlıyorum.
Katlanamıyorum.
Penceremden her bakışımda gökyüzünü görebiliyor olduğum için kendimi şanslı addederken, göğe bakma özgürlüğüme kilit vururcasına yükselmeye devam eden beton yığınlarına; yeşiline, mavisine, tarihine vurulup hayatımı sürdürmeye karar verdiğim kentin, dönüştürülme vurgunları ile talan edilmesine katlanamıyorum.
Bütün bu talanların yarattığı arazisizlik şartlarında çocukların oynayabilecekleri bir kulaç alan kalmamış olmasına, ana-babaların çocuklarını bırakabilecekleri, okula arkadaşça gitmelerine izin verebilecekleri güvenli mahalleler olmamasına, henüz tıpışlamaya başlayan çocukların sanal oyun alanlarına mahkum kalmasına katlanamıyorum.
Milyonlarca insanın yaşadığı bu kentte onlarca arkadaşa sahipken, bulabildiğim vakitlerde onlarla geçireceğim anları buluşmaya giderken trafikte harcıyor olmaya; caddelerde, sokaklarda, bindiğim toplu taşıma araçlarında ayağı çıplak çocuklardan mendil aldığında onlara iyilik yaptığını sananlara katlanamıyorum.
Kariyer basamaklarını en hızlısından çıkarak ilerlemek isteyen yeni yetme çalışanların, ismini henüz öğrendikleri ve yarın görse tanımayacakları insanlara gülücükler dağıtıp sevgi kelebeği halleriyle kur yaparak iş kotarmaya çalışma sahteliklerine katlanamıyorum.
En yakınları olduğunu iddia eden çiftlerin; adını samimiyet koydukları ve birbirlerini aşağılarcasına kurdukları saygısız diyaloglarına katlanamıyorum.
Bulunduğu makamı yitirmemek için patronunun peşinden ayrılmayıp her fırsatta onu pofpoflayan, mesai çıkışında ilk iş yaktığı sigarasına eşlik eden iş arkadaşına yakınırken patronuna söverek boşalan işçiler topluluğuna katlanamıyorum.
Gazetede okudukları çocuk istismarcılarına lanet okuyup beddualar savuran ancak kendi çocuğunun gün içinde neler yaşadığını konuşacak kadar dahi iletişim kurmayan ebeveynlerin riyakarlıklarına katlanamıyorum.
İki kuruş daha fazla kazanma uğruna, yanlış yola sapmış gibi yapıp özür dileyen sonra da bozuk param yok diye çıkışmaya kalkan taksici kurnazlığına katlanamıyorum.
Bütün bu vaka, bakış açısı ve davranışlara neden olan toplumsal düzen ve inançları sorgulamaktan istifa ediyorum.
Kalkacaksa kalksın bu tren.
2017 Ekim
Yorumlar
Yorum Gönder