AL İÇİNDEN AL'I


Pencerenin önünde durup sokağı seyrediyordu. Beyaz tişörtlü genç adam, altında çizgili pijaması, ayaklarında kapı eşiklerinin demirbaşı anne terliğiyle, gazete kağıdına sarılmış ekmeği kolunun altına sıkıştırmış hızlı hızlı yürüyor, karşı apartmanın kapıcısı geçen sene aldığı Doğan arabasında fırçalı, köpüklü haftalık temizliğini yapıyor, sokağa yayılan suların üzerinden geçen otomobiller sokağın sonuna kadar uzanan lastik izleri bırakıyor, bakkal Hasan dükkanının önünde sergilediği gazetelerini düzeltiyor, klakson ve ekzoz sesleri tekstil atölyesinden gelen makine sesleriyle birbirine karışıyordu. Şehir güne çoktan başlamıştı.

Kahvaltı yapacaktı ancak bugün hemen birşeyler yemek istemedi. Her hafta sonunda olduğu üzere uyandığında yaptığı ilk işi demlemiş olduğu, çayından doldurdu. Aslında kahvaltıda çayını ince belli bardaktan içerdi. Bu keyif çayını, dudaklarını dokunduğu kısmı ince olan, en sevdiği seramik kupasına doldurdu. Radyoyu açıp açmama konusunda kararsızlık yaşadı. Evde bir ses olsun istiyordu. Şehrin sesine kulak verdi. Pencerenin önündeki koltuğuna kurulup şehri dinlerken daldı. Dalgınlığı gözlerinde belli belirsiz görüntüler kalabalığında ufka dönüşürken, sesler zihninde silüetler oluşturuyordu. Yavaşça dağıldı silüetler. Gördükleri netleştiğinde gözüne ilk çarpan beş yaşlarındaki kırmızı önlüklü çocuktu. Şimdiki dalışı yirmi yıl öncesi anılarına oldu.

O güne kadar ailede, okula gitmesi konusunda sabırsızlık dolu ifadeler kullanılıyordu. Okulda arkadaşları olacağı, onlarla oynayacağı, yeni oyunlar öğreneceği, resimler yapacağından bahsediliyordu. Okula başlamak artık büyüdüğünün ispatlarından biri olacaktı. O okul öncesi çağlarındayken anaokuluna, anasınıfı dendiği gibi daha çok yuva deniyordu. Ama annesi evlerinden bahsederken de “sıcak yuvamız” diyordu. Kuşların yaşadığı yerin adı da yuva değil miydi?

Şimdi evde o sabırsızlık ve heyecanın yerini anlam veremediği bir telaş almıştı. Yuvaya gidecek olması neden böylesine bir duyguya neden oldu ki anne-babasında? Herhalde onlardan uzaklaşacak olmasına üzülüyorlardı. Yoksa orada başarısız olacağını mı düşünüyorlardı?
____

Sokakta yürüyen kırmızı önlüklü çocuğun, annesinin elinden kurtulup koşturmaya başladığını gördü. Bir anda cep telefonundan takvime baktı. Günlerden salı olduğunu farketti. Geçen cuma işten çıkarılmıştı. Sonraki günler evden çıkmak istemeyince bütün günlerini haftasonu modunda geçirmişti. Zihnindeki kalıcı şartlanmalar, monoton hayatındaki kısa değişimlerde nasıl da ortaya çıkıveriyordu. Yapmak istediği işe yaşamı boyunca kavuşamayacak, hayatını idame ettirebilmek için diplomasına denk mesleğini sürdürmek zorunda kalacaktı. Lisedeyken arkeolog olmayı istediğini babası ile paylaşmıştı. Çanak çömlek bulmak için mi onca yıl okuyacağını, yeri, yurdu, yuvası belli olmayan, sıcak altında kavrulmak zorunda kalacağı bu mesleğin hiç de uygun olmadığını söylemişti babası. Bunca iğneleyici sözden sonra babasının da bir bildiği vardır diye düşünüp uzaklaşmıştı bu hayalinden. Geçmişe dönme imkanı olsa, bu konuda direnç gösterip arkeoloji okumak için babasını ikna edebilirdi. Annesi ise bu defa daha fazla destek olurdu. Arkeolog olmak isteyecek kadar sosyal bilimlere ilgi duyarken mühendislik fakültesine girmişti. Yaşadığı ülke kader paydaşları yaratıp geçmişine öykünen gençler yaratma konusunda ne kadar da marifetliydi.

Sokaktaki kırmızı önlüklü çocuğun annesi pür telaş koşup elinden tutmuş, bir daha elini bırakmamasını tembihliyordu çocuğa. Çocuk annesinin yüzüne bakmadan çaresiz ve mahçup yerdeki su şişesini hafifçe tekmeledi, annesinin elinden sıkıca tuttu, uzaklaştılar. Çayının sonunu yudumlarken karnının kazınmaya başladığını farketti.

Ocaktaki çayın ateşini kısmayı unutmuştu. Çaydanlık sıcaktan tutulamaz hale gelmiş ama o bunu farketmediği için elini yakmıştı. Hemen soğuk suya tuttu. Neyseki önemli bir yanık değildi. Dolabı açıp kahvaltı menüsünde neler olabileceğine baktı. Hazırlamaya koyuldu. Yumurtasız bir kahvaltı, kahvaltı değildi ona göre. Son iki tane kalmıştı. Uzun zamandır lezzetli bir köy yumurtası yemediğini düşündü. Markette organik diye satılanlar çocukluğunda yedikleriyle kıyaslanamazdı bile. Komşularının şehre yakın köylerinden gelen yumurtalardan satın alırdı annesi onun için. Anaokuluna başlayacağı senenin yaz tatilinde o köye gitmişlerdi. Kümesten elleriyle yumurtayı alırken sıcaklığını farkedip, dokunmaya çekinmişti. Dokunduğunda bir şey olmayacağı konusunda ikna edilmesi zaman almış, o ikna oluncaya kadar yumurta çoktan soğumuştu. Annesi, kümese bu kadar sık girmesi halinde bitleneceğini söyleyinceye kadar, gün boyu tekrar tekrar kümeste yumurta olup olmadığına bakıp durmuştu. İlk defa hayvanlarla bu kadar iç içe bir yaşama tanıklık ediyordu.

Komşularının kendisinden üç yaş büyük oğlu Kerem ile köy yollarında dolanırken bataklıklarda deşinen ördekleri, çimenlerde yayılan kazları, bir evin aralı avlu kapısından çitlerle çevrilmiş alandaki koyunları gördüğünü hatırladı. Kerem'in muzur bir çocuk olduğunu biliyordu. Kerem'in bu hali kimi zaman onu eğlendiriyor olsa gerek onunla zaman geçirmek mutlu ediyordu. Kerem köyü tanıdığı için ailesi ona güvenerek köyde gezinmelerine müsaade etmişti. Dar sokaklardan eve dönerken boğa ve ineklerin olduğu sürü ile karşılaşmışlardı. O zamanlar hepsini inek olarak biliyordu. Onların büyüklüğünü gördüğünde heyecanla karışık bir şaşkınlık yaşamıştı. Kerem bir anda hızla geriye kaçarken ona da kaçması için bağırmaya başlamıştı. Kerem'in bu davranışının nedenini anlamaya çalışırken sağa sola koşturmuş, kafasındaki kırmızı şapkası düşecek gibi olunca eline almıştı. Arkasını döndüğünde boz renkli boğanın hızla üzerine gelmeye başladığını görmüş, Kerem'in olduğu istikamete koşmaya başlamıştı. Kerem, kapısı açık olan avluya gizlenmişti. Araladığı kapıdan onunda gelmesi için sesleniyordu. Boğanın ayak seslerini kalp atışı ile senkronize adeta içinde hissediyordu. Son anda aralı avlu kapısından içeri girdiğinde Kerem kapıyı çarparak kapatmış, boğadan son anda kurtulmuştu. Sonrasında bir süre kendine gelemediğini, avlusuna sığındıkları ev halkının etrafına toplandığını, su içmesi için zorladıklarını, bir kadının baş parmağını ağzına sokup damağını yukarıya doğru kaldırdığını ve iki yanağına hafifçe tokat attığını hatırlıyordu. Daha önce böyle bir korku yaşamamıştı.

Sonradan bu olay üzerine konuşmalar yapılırken boğaların kırmızı rengi gördüklerinde saldırdıkları, boğanın ona doğru koşmasının nedeninin de kırmızı şapkası olduğunu anlatmışlardı. Bütün yaşadıklarından sonra artık kırmızı giyeceği zaman defalarca düşünmesi gerektiğine inanıyordu. Bir süre bu duyguyla üzerinde en ufak kırmızı renk gördüğü kıyafeti giyemez olmuştu. Ve anaokulu vakti geldiğinde ailedeki anlam veremediği telaşın, o yaz yaşadıklarıyla alakalı olduğunu anlatmıştı anne-babası. Öğretmeniyle bu mazereti konuşulmuş, kırmızılılar arasında kara önlüklü tek çocuk olarak okula gitmeye başlamıştı.

----

Kahvaltı masasını kurdu, radyoyu açtı. Çocuk anılarına selam gönderircesine bir müzik yükseliyordu. Barış Manço söylüyordu.
...Seni çok çok özledim
Arkadaşım eş arkadaşım şek arkadaşım eşek"
Tebessüm etti. Çayını yudumladı, ekmeğini yumurtasına bandı. Herşey dünkünden daha lezzetliydi sanki.

Yarım saatte hazırladığı kahvaltıyı on dakikada bitirmiş, masada yiyecek hiçbir şey bırakmamıştı. Yediklerinin masaya gelinceye kadar hangi aşamalardan geçtiğini düşündü. Tavuğun yumurtayı yapması için yemesi, sindirmesi, organlarında işlemlerden geçmesi ve yumurtlaması, yumurtaların toplanması, üreticiden toptancıya oradan marketlere gelmesi, marketten müşterinin alması, kahvaltı için hazırlanması için geçen zamanı düşününce tüketmek ne kadar da çabuk ve kolaydı. Ya peynirin, tereyağının, reçelin üretimi? Zeytinlerin, domates ve salatalıkların yetiştirilmesi? Ekmeğin ekmek oluncaya kadar geçirdiği kimyasal ve fiziksel değişimler? İnsanlık adına varolanların, üretilenlerin ve hazırlanmasının sürdüğü zamanın çeyreği sürmüyordu tüketmek. Yaşamda kalmak için bu kadar fazlasına gerek var mıydı? Belki de yetecek kadarı olsa, komşularının köy yumurtaları kadar organik ve lezzetli olacaktı bütün tükettikleri.

Bugün, hayatın lezzetini küçük ayrıntılarda çıktığı bir kaç dakikalık geçmişe dönüşlerinde buldu. Sokaktan geçen çocuğun gözüne takılmasıyla başladı, anılar anıları tazeledi.

Altı yaşlarındayken yaz ayına denk gelen kurban bayramı hayatı boyunca aklından çıkmayacaktı. O güne kadarki bayramlarda yaşının küçük olması nedeniyle kurbanın kesilmesi sırasında ailesi onu hep uzak tutmuştu. O ise bu defa kurban kesimini izleyebileceği konusunda ısrarlı davranmış, ailesini zorla da olsa ikna etmeyi başarmıştı. Kurbanın kesileceği alan kalabalıktı. Adamlar ellerinde bıçaklar, halatlar bekliyorlardı. Birisi arkadan kuyruğunu kıvırıp sırtına vuran diğeri önde boynundaki ipi çekiştirerek yönlendirmeye çalışan iki adam, başına çuval geçirilmiş boğayı getirdi. Boğanın çevresinde toplanan beş altı kişi iş bölümünü yaptı. Boğanın ayaklarına geçirilen halatlar çekiştirildi, dengesi bozuldu ve yere devrildi. Bütün bunları izlerken adeta donup kalmış, boğanın çırpınışları ve ayağa kalkma çabalarındaki ani hareketlerinde geri kaçarken donukluğunu yitirmişti. Bu, o boğa olabilir miydi?

Kurban edilen boğanın bütün hallerine tanıklık ederken onun içinden akan kırmızıyı görmüş, içinde taşıdığı bir renge duyarlılığını anlamlandırmaya çalışmıştı. Çocukluğu bunu düşünüp değerlendiremeyecek kadar haklıydı.

Kırmızı beresini takıp dışarı çıkarken; aslında sakladığımız, yüzleşemediğimiz duygularımız var ancak tanımadığımız, açığa çıksa belki ardından koşup bir tosla bertaraf etmek isteyeceğimiz, diye geçirdi içinden...












Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

FLU

PAŞA

ÇOCUKLARIN AİLE MAHKEMELERİNDE DİNLENMESİ VE İDRAK ÇAĞI (1)