BİR SEVGİ ÇIĞLIĞI: FRAGARİA


FRAGARİA

Dedemin tarlada yapabildiğim kadar iş verdiği, sökülen patatesleri topladığım, ortaya çıkan taşları temizlediğim, zararlı otları yolduğum, izin verildiğinde bir kaç adım çapa yaptığım anlar, toprağın derimle temasının değerli olduğu zamanlardı. Bir şeyleri başarıyor olmamın sevinci, dedemin “Hele oğluma bak, nasıl da yapıyor?” dediği coşkulu ifadesi ile pekişirdi. Belki çalışmış olmanın sınırsız karşılığının ayrı etkisi vardı. Bilemiyorum. O bahçedeki en güzel eğlencem, olgunlaşan meyveleri toplarken bir yandan karnım ağrıyıncaya kadar tüketmekti.


Bahçede diğerlerinden önce yetiştiği, ilk ürün tadımını onda sağladığımdan mı? Yoksa rengi ve kokusunun çekiciliğinden mi? Ya da yeşil yapraklarının arasına gizlenip, en kocaman ve olgununu bulma heyecanının oyunsallığından mı? Herhangi nedenle olursa olsun hala dimağımdaysa yeri, anlamlı işte. Kahverengi minik benekleri, allığının yoğunluğunda rengini belli etmese de tombul çocuğun yanaklarındaki çiller kadar sempatik aslında. Dalından koparırken ve gövdesindeki yapraklarından ayırırken duyulan çıtırdama, sesin devamlılığını arzu edecek kadar davetkar. Galiba ben onu sade olarak tüketildiğinde seviyorum. Aroması davetkar olsa da pastada, dondurmada, ciklette, kurabiyede, gofrette ya da katıldığı herhangi şeyde sadeliğindeki büyünün kaybolduğunu düşünüyorum. Yalnızca reçelini tercih edilebilir buluyorum. Ne ara gurme oldum acaba? Çernobil faciasının etkisinde kalmış fındıklar yedirilen, sütler içirilen bir nesildik oysa. Faciaya isyanım damağımın tadını, dilimin lezzet ayırıcılığını, koku nöronlarımın aroma hassasiyetini tetikledi de mi bu hale geldim? Yoksa çileklerin baskın kokusunun hafızamdaki kalıcı etkisinden mi?
                                                
Yüzüm her daim gülmez, suratsız bile sayılabilirim. Bahardan yaza dönen meteorolojik durumun, ruh halimdeki olumlu etkisinden olsa gerek, o gün nedensiz gülümsemeler vardı yüzümde. Telefonumdan müzik dinlerken kahvemi yudumluyor, arada dergiden makaleler okuyordum. Oturduğum mekanın açık alanı ile meydanı ayıran camlı duvar olanak sağladığı ölçüde gözlerimi dinlendirmek için arada kafamı kaldırıp meydana bakınıyordum. Meydandaki bankta oturan ellili yaşlarının üzerinde bir çift çarptı gözüme. Erkeğin geniş kesimli ve toprak rengindeki pantolonu, yarı kırışık kısa kollu gömleği, dudaklarının hemen üstünde biten bıyıkları ve kirli sakalı; kadının kenarı boncuklarla işlenmiş tülbenti, karışık desenli ve ayaklarına kadar inen eteği, uzun kollu tişörtünün üstüne giydiği örgü yeleği ve aslında yüzlerindeki mahcubiyet görüntüsü ile Anadolu'da ya da İstanbul'un arka semtlerinde yaşayan, ülkenin çoğunluğunu oluşturan yurdum insanı profiline yakın olduklarını düşündüm.
Bir süre sonra ağzımla kulaklarım arasındaki mesafeyi azaltacak ifadelerle gözlerimi onlardan alamadığımı farkettim. Onları seyrettiğimi farkedip 'ya çekinirlerse' diye düşündüğümden bir kaç defa gözlerimi uzaklaştırmaya çalıştım. Samimiyetlerine daha çok tanıklık edip kendimi iyileştirme isteğiyle seyre devam ettim.
Oturdukları bankta tam ortalarında beyaz bir poşet vardı. İçinden seçtikleri çilekleri tane tane yiyorlardı. Bir çocuğun dondurmasına kavuştuğunda bir an evvel tüketmek, eritip damlatmamak için verdiği mücadelenin şenlikli görüntüsü vardı yüzlerindeki ifadede. Beni onları izlemeye sürükleyen bir diğer nedense adamın özenle seçtiği kimi çileklerin kulpundaki yaprakları kaldırarak tutulacak hale getirip eşine ikram etmesiydi. Uzaktan gözümle seçmem mümkün olmasa da poşetteki en büyük, en kırmızı, en tadılası olanları seçtiği anlaşılıyordu.
Kırmızı gülün seni seviyorum ifadesinin karşılığı olduğunu düşününce, kırmızı bir gül verilmesindense içten bir “seni seviyorum” ifadesini tercih edenlerdenim. Çileğin ( Fragaria ) biyolojik olarak gülgiller familyasından ( Rosaceae ) geldiğini öğrenip gördüğüm çifti izlediğim anlara döndüm. Erkeğin her verdiği çilekte aslında kadına sımsıkı sarıldığı ve “seni seviyorum”, “deliler gibi aşığım sana”, “ömrümün anlamısın” demesinin karşılığını sunduğunu düşündüm. Kadına bunları benim de duyabileceğim kadar yüksek sesle o meydanda haykırsaydı mesela...
Aslında dedemin de “İyi ki benim torunumsun” “Seni çok seviyorum evladım” diyebilmiş olmasını hayal ederek anımsıyorum bütün bunları. Ne çileğin baskın kokusu, ne dilimdeki aroma hassasiyeti. Zaten ancak baskın bir duygu bu kadar kalıcı olabilirdi...

                                                         2017 Kasım









Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

FLU

PAŞA

ÇOCUKLARIN AİLE MAHKEMELERİNDE DİNLENMESİ VE İDRAK ÇAĞI (1)