YAŞAM SELFİESİ




Bu benim ilk selfiem olabilir. Taşınabilir bir müzik cihazım olmasa da koca koca kasetçalarlardan kulaklıkla müzik dinleme hevesindeydim. O kulaklığa sahip olabilmek için aylarca harçlık biriktirmiştim. Kasetlere  kendi sesimizi kaydedip dinlediğimiz, radyoculuk oynadığımız, geleceğe dair saf hayaller kurduğumuz zamanlar. Fondaki perdeden, evinde olmayan var mıydı? 


Bozdur bizim oralar. Hem de alabildiğine kır. Ufukta gri bulutlar, güneş sonbahar sarısı. Kimi sürülmüş kahverengi kesekli, kimi saplarından arınmamış nadasa hazırlanmayı bekleyen topraklar. Herşeye inat büyümüş ancak canına can katacak damlalardan yoksun kalmış kuru otlar. Sadece sarı, gri ve kahverenginin bin bir tonunun görülebildiği renk deryası. Bozkır dendiğinde akla gelen ilk yer olması da bundandır. Kasvetli olduğunu düşünsem de dönüp dolaşıp gideceğim yerin orası olduğunu, hatta uzakta olduğumda özlediğimi inkar edemem. Hayatımın ondört yılı geçti orada ama kimliğimi oluşturan yıllara tekabül ettiğinden bıraktığı izleri de anlamlı oluyor.

Dört yaşlarındayken bir teşebbüsüm olmuş bozkırdan gitmek adına. Bu olayı büyüklerimden dinledikçe belli belirsiz hatırladığım parçalar var hafızamda. Büyük kaçış planındaki eşlikçim, aramızda yaş farkı olmayan kuzenimdi. Şehirler arası karayoluna yaya olarak düştüğümüzde istikametimiz; bir dönem yaşadığım, denizine vurgun olduğum kentti. Üniversite tercihlerimde de denizi olan şehirleri seçmiş, mavi sulara doyamadığımı belli etmiştim. Yaklaşık 650 km olan bu yolun, iki tepe aşıldıktan sonra ulaşılacak kadar yakın olduğunu söyleyerek kuzenimi motive etmeye çalıştığımı net olarak hatırlıyorum. Ancak anlatılanlardan öğrendiğim; yürüdüğümüz şehirlerarası karayolu kenarından, yolun ortasına kadar geçtiğimiz, bir kamyon şoförünün durumu farkederek durduğu, bizi yola yakın evlerden birisine emanet ettiği, bu evin sahibinin annemin kuzeni olduğu ve o vakte kadar bizi bulamayan aile eşrafının telaşla bizi aradıklarıydı.


Sevmeyi, sevilmeyi, dostluğu, güvenmeyi öğrenebildiğim kadarıyla orada, bozkırda öğrendim. Sokaklarda  gece saklambaç oynayabildiğim, mahalle maçları yapabildiğim, çimmeye kaçabildiğim özgür bir çocukluğum geçti. Mahalleye gelen dondurmacıdan külahta dondurma alabildiğim, komşunun bahçesinden kopardığım cevizler yüzünden annemden dayak yediğim, kar yağdığında ayaklarımın üşüyebileceğini düşünmeden tabanı en kaygan olan ayakkabılarımı giyip kayak yaptığım, toprak zeminlerde misket oyunları oynayabildiğim, inşaattan yürüttüğüm kalaslarla kale direkleri yaptığım, çamurdan arabalar yapıp güneşte kuruttuğum, söğüt ağacından düdük yapıp çaldığım yıllardı. Elimde olanlarla yetinmem gerektiğini öğrenebildiğim bir dünya vardı. Meşin futbol topuna sahip olabilmenin halen ayrıcalıklı hissettirebildiği zamanlardan söz ediyorum. Hayat egzersizi arkadaşlarla kurulan ilişkilerin samimiyetiyle yapılabiliyordu.

Pazarları banyo günümüzdü. Sularımız soba üstündeki kazanlarda kaynardı. Sıcaklığına benim karar veremediğim kaynar sular döküldü başımdan aşağı. Deride biriken kirin başka türlü çıkmayacağını öğrendim böylelikle. Suların biriktiği içine oturtulduğum leğendeki bana ait kirli sularla oynamaya başlayınca kafama maşrapayı da yedim. Keseler atılıp, sabunlanıp, durulandıktan ve tüm bu ritüeller tamamlandıktan sonra "arılık, duruluk, mundarlık, çık" denilerek, ezgiyle söylenen son suyumun dökülmesi eylemi temizlenmemin şarkısıydı ve bir kaç defa tekrarlatacak kadar doyumsuzdu benim için. Suyu, suda oynamayı, çimmeyi hep sevdim. Hatırlayamadığım yaşanmışlıklarıma dair anlatılarda, akan her suya ya da birikintiye atlayışlarım gülerek yad edildi.

Bozkır topraklarının sunabildiği en güzel meyveleri dallarından koparabilmeyi, soğanı, patatesi topraktan sökebilmeyi, en ıtırlısından domatesleri, daha beyazken bile tatlı olabilen çilekleri, ilkbaharda madımakları, ekşi yapraklarını, kuzu kulaklarını tattım.

Harmanda düven sürerdi İsmail Dayı. Onu seyre giderdim. Yığılmış sapları düvenin yoluna indirmemi isterdi. Üstüne çıktığım saman yığınını oyunsallıkla aşağı indirirdim. Düvene binme hevesimi görür alırdı yanına İsmail Dayı. Atının dizginlerini bana emanet eder, üç tur dönerdik. Hem bir yetişkinin başarabildiği şeyi yapabilmenin gururunu hem ona yaptığım yardıma karşılık almanın keyfini yaşardım.

Kış bahara dönerken, karların erimesi ile yumuşamış halen çamurlu sayılabilecek topraklardan fışkıran sarı güzellik. Çiğdem. Hususi sopalar hazırlanırdı kazmaya gitmeden önce. Sağlam olmalı, ucu mümkün olduğunda sivrileştirilmeliydi. Çiğdem, belli tepelerde ve belli alanlarda çıkardı. Zamanını iyi denk getiremeyince bulunan üç beş tanesi bile mutlu ederdi. Vaktinde gittiğimizde hangisini kazacağımızı şaşırırdık. Yumru kökünden çiçeği ayrılmadan çıkarabilmekti mühim olan. Çocuk gücümün yettiğince sopayı çiğdemin köküne, derinine doğru toprağa saplar, bunun için sopanın üstüne tüm beden ağırlığımı vermek için abanırdım. Kökü ile çiçeği istediğim gibi çıkmazsa sopanın ucuna doğru bi tükürürdüm. Öyle görmüş öyle öğrenmişsem demek. Oturur kaç tane çıkardığımı sayardım. Hem o yumru kökü yemek ister hem o güzelliği ve bütünlüğü bozmak istemezdim. Toplanan bayram şekerlerinden bir iki derken bütün torbadakileri yediğim gibi tüketirdim çiğdemleri. Ha bu arada o sarı çiçekler de çok lezzetliydi.


Robin Hood, William Tell ve tabii ki Cüneyt Arkın. Okçu kahramanlarımızdı. Komşunun köpeği bir çok kişiyi ısırmaya, herkese havlamaya başlayınca onu yok etme planları ile ok ve yay yapmaya başladık kuzenlerle. Okların ucunun delici etki yaratması için sivri ve metal birşeyler bulup takmak gerekiyordu. Gazoz kapaklarını düzleştirip külah yaptığımızda sivrilen kısmı okun uç tarafına gelince işimizi görecekti güya. Dam, bizim kalemizdi. Silahlarımızı orada, güvenli olduğumuz yerde hazırlıyorduk. Aşağıda unuttuğumuz okları almak için güvenlik sınırlarını aşacak bir yiğit aranıyordu. Damdan inerken takılıp, içi yarım su dolu yalağa düşmemden yadigar sol kaşımdaki dikiş izleri, bu anıma daima selam çakmama vesiledir. Bu izin hep kalacağını ve çirkinleştiğimi düşünürdüm, sevdalandığım kadınlar izin bana yakıştığını söyleyinceye kadar.

İnsanın doğup büyüdüğü, dünyayla tanışmasına vesile olanların yaşadığı, anılar biriktirdiği ve özetle aidiyet hissettiği yerden uzaklaşması o kadar da kolay olmuyor elbet. Üniversiteyi kazanıp yaşadığım şehirden ayrılacağım zaman daha net farketmiştim. Yıllarca özlemini duyduğum kente kavuşmanın heyecanı içindeydim. Ülkenin insan sayısı en az kentlerinden birinden, dünyanın bir çok ülkesinden dahi fazla insanın yaşadığı kente gidiyor olmanın kaygısı da heyecanıma eşlik ediyordu. Sabah otobüsü ile uğurlanacaktım. Ailemden, bu kadar uzun süreli ilk ayrılışım olacaktı. Sabah kahvaltıya oturduğumuzda kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ağzıma götürdüğüm lokmalar giderek devasalaşıyor, boğazımdan geçmiyordu. Ne kadar kendime hakim olsam da tuzlu göz yaşlarımın dudaklarıma kadar süzülmesine mani olamamıştım. On yedi yaşımdaydım.

On yedi yaşımda idealim bile olmayan bir bölümü kazanıp gitmek isteyecek kadar uzaklaşmak isteğindeydim. Bir o kadar ayrılmanın hüznünü yaşıyordum o anda. Orada kalma ve ayrılma arasında uç duygular yaşamama neden olan bu durumu; aileye veda ile üniversiteye başlayacak olmamın hayatıma katacağı yenilik heyecanından kaynaklandığını değerlendirmiştim basitçe. Yıllar yaşıma sayılar eklediği, saçlarım seyrelmeye ve aklaşmaya, alnımda mimik çizgileri oluşmaya başladığında ancak anlamlandırmaya başlayacaktım bu vedadaki dengelenemeyen duygu terazisini.

Emin adımlarla ilerlemek istedim. Bir dolu adım izi arasından belki de hiç basılmadık noktalar seçmek niyetiyle düştüm yola. Benim için başkalarının adımlarının da hiç seçilmemiş olduğunu düşünmeye başladım sonradan.

İstanbul'a yalnız ilk gelişimdi. Anadolu yakasında inip karşıdaki yakınıma gidecektim. Daha önce   bir defa daha geldiğimden kısmen biliyordum gideceğim yeri. Köprüden    önce son  çıkışta indim şehirler arası otobüsten. Yoğun telaş içindeydim. Unutmamam gereken çantalarım, montlarım, okumak için yanıma aldıklarımı ineceğim yere gelmeden çok önce hazırlamaya başlamıştım. İndiğimde beni bekleyen iki bavul bir de sırt çantam vardı. Karşıya geçmem için binmem gereken belediye otobüsü tarif edilmişti numarası da belirtilerek. Konserve kutusu kıvamında dolu geldiğinden elimdeki çantalarla binemeyeceğimi düşünen şoför arka kapıdan binmemi söyledi. Biner binmez yerleşme telaşının yanında inmem gereken durağa odaklanınca bilet almayı dahi unutmuştum. Yanlış hatırlamıyorsam para dahi ödemeden geçtim  karşıya. Evet  sonradan koca   şehirde otobüs bileti ödemediğimin herkes farkındaymış  gibi  yüzüme bakıldığı sanrısıyla dolaştım bir süre. İndikten   sonra da aksilikler   üst üste   gelmeye başladı. Önce yanlış dolmuşa bindiğim için ters yöne gidip metrelerce yürümek zorunda  kaldım. Doğru  vasıtaya bindiğimde bir nebze rahatlasam da bu defa nerede ineceğimden emin olmak için etrafı kollama telaşındaydım. Kodladığım bir kaç yeri gördüğümde yaklaştığımı düşünüp indim . Bütün yükümle metrelerce yürümek zorunda kalacak kadar erken inmiştim. Gideceğim adrese   yaklaştığımda derin nefes alıp rahatlamıştım. Aldığım derin nefes, son dönemeçteki çöp varillerinin  arkasından   çıkan köpeklerin beni kovalaması sırasında işe yaradı.

Adrese ulaşıp, belime takılı olan kulaklığımdan ayrılmış olan walkmanimin yerinde   yeller  estiğine tanıklık ettiğimde; her şeyden vazgeçip bozkıra  geri  dönmeyi isteyecek kadar   vazgeçmiştim hayallerimdeki şehirden. Düşürmüş olabileceğim yerlere dönüp bakmaya gittiğimde walkmanimin üzerinden geçmekte olan arabaya mani olamadım. Boynumdan sallanan kulaklığımla başbaşa kalmıştım.

Tam mevsimi   şimdi   çiğdemlerin.  Onlarla  buluşmaya dahi   gidemediğim  karantina  günlerinde, geçmişime göz   kırpmak istediğimde kulaklığı anılara takıp kendimi dinleyerek karalıyorum bütün bunları. Yaşama dair ne  varsa gözden geçirdiğimiz günlerde hayata yapılacak en büyük yatırımın kişinin ruhuna yaptığı yatırım olduğunu bir defa daha görerek.


Yaralayan, güldüren, acıtan, umutlandıran, kanatan, sevindiren, hüzünlendiren, mutlu eden  ve nihayetinde bizi biz yapan hatıralara dönerek hayat selfienizi çekmeye ne dersiniz?

Mart 2020

Yorumlar

  1. Hayat selfimde yer aldığın için şükür ediyorum canım benim 💞

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Canım ablam iyi ki varsın 😍

      Sil
  2. Fulya Ardıç2 Temmuz 2022 21:00

    Ne güzel yazmışsın Koray, ne mutlu ki bu anlattığın çoğu şeyi "a evet evet, ne güzeldi" diye okuyabildigim için..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beğenmene çok mutlu oldum Fulya🙂 Çok teşekkür ediyorum 🙏

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

FLU

PAŞA

ÇOCUKLARIN AİLE MAHKEMELERİNDE DİNLENMESİ VE İDRAK ÇAĞI (1)